Çok kutuplu dünya yapısı içinde Türkiye

Bugün, günümüz Rusya’sının da öncülük ettiği çok kutuplu dünya anlayışı, tüm halkları, özellikle de Türkiye halkını yakından ilgilendiriyor. Çok kutupluluk ve onun jeopolitikası, 21. yüzyılın stratejik fikir hayatının temel konusundur.

Çok kutupluluk oluşma evresindedir. Daha tamamlanmış bir süreç değildir ama bu doğrultuda ilerlemektedir. Tarihteki her eğilim gibi çok kutupluluk da ortaya çıkabilir, ama akim de kalabilir. Kaderde yazılı değildir, bu bir imkândır ve bu imkânın hayat bulması da bütün ülkelere ve halklara bağlıdır.

Vladimir Putin döneminde Rusya, çok kutuplu dünyanın inşasını temel alan bir politika izlemektedir. Bu stratejinin Avrasyacılığın bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Avrasyacılık da 21. yüzyılda değişmekte, yeni anlayışlara ihtiyaç duymaktadır. Daha net ifadeyle Avrasyacılık, çok kutupluluk bağlamında anlamını kazanacaktır. Bu sebeple yazımızda bunun üzerinde durmak istiyorum.

ÇOK KUTUPLULUK ÖNCESİ SİSTEMLER

Çok kutupluluk ilkesel olarak şunlardan ayrışmaktadır:

-Her ayrı milli devletin mutlak egemenliğine dayanan Westfalya Sistemi.

-Soğuk Savaş döneminde oluşan iki kutuplu sistem.

-SSCB’nin ve sosyalist kampın dağılması sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu dünya.

Westfalya Sistemi, 1648’den sonra ortaya çıktı ve milli devletler temelinde inşa edildi. 20. yüzyıla doğru ve özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle Avrupa’nın, özellikle de dünyanın diğer bölgelerinin birbirinden tamamen ayrı milli devletlerinin tek başına egemenliklerini savunmasının mümkün olmadığı açık bir şekilde görüldü. Bu, ilk başta üç blokun oluşmasına yol açmıştır: Kapitalist, sosyalist ve faşist. Bunun doruğu da İkinci Dünya Savaşı’dır. Mihver Devletlerin yenilgisi sonrasında iki kutuplu dünya meydana gelmiş, bu dünyada sadece iki süper güç ABD ve SSCB, gerçek anlamda egemenliğe sahip olmuş, geriye kalan ülkeler ise iki kamptan birine katılmak zorunda kalmıştır. Bu mantıkla Türkiye, NATO’ya girmiş, kapitalist Batı’nın tarafında yer almıştır.

KÜRESELEŞMENİN BAŞLANGICI

SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra tek kutuplu dünyanın oluşmasıyla Batı, dünyanın tek egemen gücü olma noktasına geldi. Bu, hâkim ideoloji olarak küreselleşmenin başlangıcı oldu. Fukuyama, “tarihin sonu”, yani Batı’nın dünyanın diğer kalanları üzerindeki kesin zaferi tezini ortaya attı. Gerçek egemenlik, sadece ABD ve müttefiklerinin tekeline girdi.

Ancak neredeyse bunun hemen ardından karşıt süreçler de kendini gösterdi. Çin ve Hindistan’ın ayrı medeniyetler olarak bağımsız yükselişleri, İslam dünyasında Batı’nın mutlak hegemonyasını reddi gibi. Son olarak, çok kutupluluk için ön şartlar, ABD’nin ve müttefiklerinin İslam devletlerine karşı fiili savaşına yol açan 9/11’deki terör eylemlerinden sonra ve ayrıca Çin’in keskin yükselişine ve Putin’in Rusya’da bağımsız bir politika geliştirmesi ve ülkenin egemenliğini yeniden tesis etmesine bağlı olarak ortaya çıktı. Böylece Çin, Rusya ve İslam ülkeleri tek kutupluluğa meydan okudular.

Huntington, olayların gelişimini 90’ların başında “medeniyetler çatışması” olarak öngördü ve bu, 2000’lerde bir olgu gibi kabul edildi. Ancak medeniyetlerin tarih sahnesine yeniden çıkışı, aralarındaki kaçınılmaz çatışma anlamına gelmiyordu. Aksine, çatışma giderek artan bir şekilde Batı hegemonyası ve tek kutuplu bir dünya düzeni ile her uygarlığın yerini bulabileceği ve diğer uygarlıklarla barış içinde var olabileceği çok kutuplu bir dünya arasında belirmeye başladı.

MEDENİYET KAVRAMI

Medeniyet kavramı, çok kutupluluğun şifresini çözmede en önemli anahtardır. Bu, ne Westfalya Sistemi’ndeki milli devlettir, ne iki kutuplu dünyanın siyasal ideolojisidir, ne de küreselcilerin teorilerindeki tek dünya devletidir. Medeniyet, entegre edilmesi gereken geniş bir alandır. Rusya özelinde Avrasya’dır, Çin özelinde ülkenin kendisi ve de kendisine komşu ülke ve devletlerden oluşan bölgedir. İslam dünyası da içinde farklı büyük alanları (Şii, Türki, Arap, Malay vd.) barındırsa da bir medeniyettir. Bunlara kadim devlet geleneği ve kültür birikimiyle Türk medeniyetini de ekleyebiliriz.

Ülkelerimizin dar anlamda Avrasya projeleri olabilir: Rusya açısından çevresindeki devasa alanın birleştirilmesi, Türkiye açısından Türk dünyasının bir araya getirilmesi gibi. Büyük Avrasya, Rusya ve Çin’in stratejik ortaklığıdır, Moskova-Ankara-Tahran Avrasya üçgeni, bunun olmazsa olmazıdır. Çin’in Tek Yol Tek Kuşak Projesi, daha da geniştir ve Avrupa dâhil tüm Avrasya kıtasının ekonomik ve ulaşım entegrasyonunu içerir.

Ancak bütün bu çok kutupluluk projeleri ve Avrasyacılığın farklı versiyonları, Batı’nın tekelci hegemonyasını ve onların değerlerinin evrenselliğini reddetmektedir. Bu sebeple çok kutupluluğun bütün projeleri, tek kutupluluğa ve liberal küreselleşmeye karşı yönelmiştir. Çin, Rus, Türk, Hint, İslam kültürleri tüm farklılıklarıyla kendilerine hastır ve Batı bireyciliğinden, hiper-kapitalizmden, LGBT’lerin yükselişte olduğu Batı toplumlardan keskin bir şekilde ayrışmaktadır. Bu da çok kutupluluğun temel bağlamlarındandır.

BATI İKİYE BÖLÜNDÜ

Ancak Batı ve küreselcilerin, bizzat Batı’da her geçen gün küreselleşme karşıtı protestolar artmasına rağmen savaşmadan geri çekilmeye niyeti yok. Küreselcilere karşı bu tepkiyi Trump ve Avrupa’daki popülizm (sağ ve sol) örneğinde görüyoruz. Bu nedenle, Huntington’un bu sorunu formüle ettiği gibi, artık her şeyi “the West against the Rest” (Batı gerisine karşı) düalizmine indirgemek mümkün değil.

Batı’nın kendisi ikiye bölünmüş durumda: Bir kısmı, tek kutupluluk ve küreselleşmede ısrar etmeye devam ederken; öbür kısmı, Batı’yı diğerleriyle birlikte uygarlıklardan biri olarak görüyor, yapay karışımı engelleyerek kimliğini ve kültürünü korumaya çalışıyor. Bu analiz göstermektedir ki, çok kutuplu dünyaya yönelim güçleniyor, tek kutupluluk ise hâlâ oldukça güçlü olsa da adım adım yıkılıyor.

Tek kutupluluğun ve küreselcilerin önde gelen temsilcileri ise renkli devrimlerin sponsoru multimilyarder George Soros, Amerikanlıların çoğunluğu tarafından reddedilen klasik liberal-küreselci ideolojide ısrarıyla Trump karşısında rezil bir şekilde seçimi kaybeden Hillary Clinton gibi isimlerdir.

TÜRKİYE’NİN YERİ

Şimdi netleştirilmesi gereken şu: Türkiye, çok kutuplu dünyada nerede duracak? Bu sorunun cevabı hâlâ tam verilmiş değil. Bir taraftan Türkiye, NATO üyesi ve Batı’nın stratejik yapısının bir parçası. Bu, Soğuk Savaş’ın ve iki kutuplu dünyanın kalıntısı ve ataletidir.

Ancak bu konum, geçerliliğini kaybediyor, öyle ki, Rusya Türkiye için fiili bir tehdit oluşturmuyor, tam tersine ABD, Türkiye’nin kendi egemenliğini tekrardan tesis etmesi yönündeki adımlarından rahatsız. Bunun haricinde Türk toplumu, küresel liberal ideoloji ile Türkiye’nin kurucu ideolojisi ve tarihsel-dini değerlerinin çeliştiğini çok daha net bir şekilde görüyor. Buradan hareketle mantıksal şu çıkarımı yapabiliriz: Türkiye’nin yeri çok kutuplu dünya taraftarlarının kampındadır.

ÇOK KUTUPLU DÜNYADA TÜRKİYE’NİN ROLÜ

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olan Türkiye, Arap ve İran kültüründen ayrışıyor. Türkiye, kendine özgü geniş bir medeniyet alanı olarak birkaç geleneği bünyesinde toplamış durumda: İlk Göktürk Kağanlığı’ndan Gök Orda’ya kadar Türk Turan devletleri, İslam halifeliği, Bizans İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Devrim. Bu geleneklerin kesişmesi Türkiye’yi yarattı.

Bu sebeple çok kutupluluk bağlamında Türkiye, çok önemli bir rol oynayabilir, öyle ki, kısmen Avrasya uygarlığına, kısmen İslam uygarlığına, kısmen de Avrupa uygarlığına aittir. Bu, Ankara’ya çok geniş imkânlar sunuyor, Avrasya ittifakının ve İslam dünyasının önde gelen kutuplarından biri olma şansını veriyor. Bununla birlikte Türk-Rus ittifakı, Batı karşısında Türkiye’nin konumunu sağlamlaştırıyor. Suriye krizi sırasında Rusya’yla sağlanan koordinasyon, iki ülkenin ortak hareket ettiği zaman yakalayabileceği başarıları gösteriyor. Avrasya’nın ekonomik açıdan sunduğu fırsatlar da Türkiye açısından hayati önem taşıyor. Bu sebeple çok kutuplu dünya Türkiye için her anlamda bir güvencedir.